YARIN GEÇ OLABİLİR
Mehmet Avşar
Birinde güzel bir şey fark ettiğinde, bunu mutlaka dile getir. Gülümsemesindeki içtenliği, sözlerindeki derinliği ya da bakışındaki ışığı fark ettiysen, söyle. Çünkü bil ki, bazen bir insan sadece bir kelimeye tutunarak ayakta kalır. Birinin gücüne, bilgeliğine ya da inceliğine hayranlık duyuyorsan, bırak o da bunu bilsin. İçinden geçen o güzel cümleyi sessizce saklama; zira söylenmemiş sözler, rüzgârda kaybolan tohumlar gibidir—ne toprağa düşer ne de bir iz bırakır. O tohum toprakla buluşmalı ve rengarenk çiçekler açmalı.
Biz insanlar, kar taneleri gibiyiz. Eşsiz, bir o kadar da narin ve geçiciyiz. Hayat, sonsuzmuş gibi gelir ama aslında her an eksiliyor zaman. Bu yüzden vakit varken, henüz yanımızdalarken sevdiklerimiz, kalplerimiz birbirine dokunabiliyorken çiçekler uzatın onlara, sarılın sıkıca. İçten bir söz, küçük bir iltifat ya da bir dokunuş bile bir yüreği ısıtabilir, bir ruhu yeniden yeşertebilir. Karanlıkta kalmış birine ışık olabilir.
Kendini tutma. Hayranlığını, sevincini, teşekkürünü, sevgini yüksek sesle söyle. Çünkü bazen bir ‘iyi ki varsın’, bir ‘seninle gurur duyuyorum’ ya da sadece bir ‘seni seviyorum’ bile hayat kurtarır. Güzellikleri paylaşmak için hayat çok kısa, sevgiyi göstermek içinse her zaman tam vakti.
KENDİNE SAHİP ÇIK
Unutma: Asla seni değersizleştiren biriyle yetinme. Soğuk akşam yemeklerine, çiğ duvarlara, ruhunu kemiren işlere razı olma. Kaybolmak istediğin bir bataklığa uyum sağlama. İlgisizlik seni yaralamasın, buna izin verme. Bu normal değil, asla da olmamalı. Acıya sebep olanlar için bahaneler uydurma, haddini aşanlara haklılık payı arama.
Tazelik, çıkar, aldatma, kabalık, ihanet - bunlar "hayat böyle bir şey" diye geçiştirilecek şeyler değil. Bunların senin hikayenin bir parçası olmaya hakkı yok. Gerçekliğine kök salıp seni zehirlememeli. Aşağılanmayı kabullendiğin an, bu bir teslimiyettir; önce kendine ihanet edersin. Ve en büyük yıkım, kendine duyduğun saygıyı yitirmektir - geri dönüşü en zor olan kayıp budur.
Kimsenin seni üzerinde tepinebileceği bir paspasa çevirmesine müsaade etme. Daha da kötüsü, "Herkes böyle yaşıyor," diyerek bunu normalleştirme. Hayat, sonsuz bir sabır ve aşağılanma döngüsü değildir. İnsanlar değişir; dün sana en yakın olanlar, yarın bir gölgeye dönüşebilir. En sadık dostun bir düşmana evrilebilir. Gençlik aşkın, bir gün gözlerini kaçırarak yanından geçip gidebilir. Herkese uyum sağlamaya kalkarsan, kendini bir aynada tanıyamaz hale getirirsin ve zaman, bir hız treni gibi akıp gider; durup baktığında anlarsın ki, sonsuza dek yanında kalacak tek kişi sensin.
O yüzden ışığa alış. Gölgelerde kaybolmayı değil, parlamayı seç. Nazik olmak için kendini eğit, ama bu zayıflık sanılmasın; bu, senin gücün olsun. Saygıyı, sıcaklığı, samimiyeti, niyeti temiz insanları ara. Sadakate, dürüstlüğe, duyguların en derin haline tutun.
Kendine iyi bakmayı öğren. Öyle bir kale ol ki, kimse ruhundaki kirle senin iç dünyana adım atmaya cesaret edemesin. Çünkü gerçek evin kendinsin - ve o, her zaman en iyisini hak eder. Kendini inşa et; çatlaklarını onar, duvarlarını sağlamlaştır. Hayatın seni eğip bükmesine izin verme. Sen, kendi hikayenin kahramanı ol. Ve o kahraman, asla pes etmez.
MUTLULUK
Mutluluk, gerçekten de bir ruh halidir ve bu hali maddi varlıklarla eşitlemek, onu kırılgan bir zemine oturtmak demektir. Para, daireler, arabalar gibi varlıklar, hayatı kolaylaştırabilir, konfor sağlayabilir, ama bunlar birer araçtır, amaç değil. Eğer ruh halimiz, yani mutluluğumuz, bu araçlara bağlıysa, bir fırtına geldiğinde -mesela ekonomik bir kriz, bir doğal afet ya da beklenmedik bir kayıp- elimizde koca bir hiç kalabilir. Soru şu: Her şeyini kaybettiğinde, hâlâ gülümseyebilir misin? Eğer cevap hayırsa, o zaman mutluluk senin içinde değil, dışında bir şeylere zincirlenmiş demektir.
Bu zinciri kırmak, mutluluğu bir duygu olarak yeniden tanımlamakla mümkün olabilir. Mutluluk, neşenin o hafif uçuşu, hayata duyulan saf bir merak, ilhamın içten gelen kıvılcımıdır. Bu içsel durum, dış dünyanın kaosundan bağımsızdır; ne bir yangın ne de bir temerrüt onu kolayca söndürebilir. Dahası, bu tür bir mutluluk, paradoksal bir şekilde, yaratıcı bir güç haline gelir. Çünkü neşeli bir ruh, üretir, paylaşır, inşa eder -ister bir sanat eseri, ister bir dostluk, isterse maddi bir değer olsun. Mülkiyet ise tam tersine, çoğu zaman sahip olduklarını koruma kaygısıyla insanı geleceğe dair bitmeyen bir endişe döngüsüne hapseder. Bir evin varsa, ya çalınırsa diye korkarsın; bir araban varsa, ya bozulursa diye düşünürsün. Sahip oldukça, özgürleşmek yerine yüklerin artar.
Belki de asıl mesele, mutluluğu bir varış noktası değil, bir yolculuk olarak görmekte yatıyor. Dışarıdan gelen şeylerle değil, içimizden yükselen bir hisle şekilleniyor. Peki, sen bu yolculukta mutluluğu nerede buluyorsun? Onu ne tetikliyor, ne besliyor? Senin için mutluluk, mülkten bağımsız bir gerçeklik mi, yoksa bazen o zincirlere takıldığını hissediyor musun?
Birinde güzel bir şey fark ettiğinde, bunu mutlaka dile getir. Birinin gücüne, bilgeliğine ya da inceliğine hayranlık duyuyorsan, bırak o da bunu bilsin. Biz insanlar, kar taneleri gibi eşsiz, bir o kadar da narin ve geçiciyiz. Tek bir güzel söz, zifiri karanlıkta birini kurtaran parlak bir ışık olabilir; bir yüreği ısıtabilir, bir ruhu yeniden yeşertebilir. İnsanlara, henüz yanımızdalarken, kalplerimiz birbirine dokunabiliyorken çiçekler uzatın, sarılın onlara sıkıca. Hayranlığını asla içinde tutma, sessizce saklama; çünkü söylenmemiş sözler, rüzgârda kaybolan tohumlar gibidir—ne filizlenir ne de bir iz bırakır. Hayat, güzellikleri paylaşmak için çok kısa, sevgiyi göstermek içinse her zaman tam vakti.