Sitedeki Yeriniz : Ana Sayfa » Haberler » EMANET DÜNYA

EMANET DÜNYA

 Fotoğraf

             EMANET DÜNYA

İnsanı boğacakmış gibi üstüne gelen sinirli, bezgin, vurdum duymaz ve mutsuz insan kalabalığının içerisinde olanlarla aynı ruh hâlini taşıyarak yalnızlığımın kalesi evime doğru her zamanki alışkanlıkla her zamanki tekdüzelikle gidiyorum yine... Herkesin olduğu,yüzlerce,binlerce,milyonlarca insanla omuz omuza ama yine dünyadan ve en kötüsü kendi içimizden kopuk nefes almamızı engelleyen beni boğacakmış gibi içimi ezen kimsesizlikle yüklü olarak yürüyorum. Milyarlarca olan sayımıza rağmen hiç kimsenin kimsesi yok...

Dünya sadece ademin değildi. İnsanın insanla değil insanın doğayla derdi vardı. Kolay kolay yargılarız her şeyi güle dikenli diyip tutmayız, kediye nankör diyip sevmeyiz. Halbuki dikenli olan da nankör olan da insanoğludur. Topraktan yaradılıp toprağa küseriz, ormanla ısınır ağacı keseriz, suyuyla yıkanır israf ederiz, etiyle beslenir hayvana zulm ederiz, rahat nefes almak icin zehir kusan fabrikalar kurarız. Sonra da dünyanın bize kucak açmasını bekleriz. İşte böyle medeniyet şemsiyesi altında kalıp ıslanan dünyaya karşı canavarlaşır insanoğlu.

Uzaklaşmalıydım. Şehrin bunaltan havasından, kendinden soğutan görüntüsünden, tarihi hiçe sayan

yapıtlarından bıkmıştım. Yıllar yeterince kırıştırmıştı ruhumu. Uzaklaşmak dediğim başka bir şehire yerleşmek felan değil insan çehrelerinin olmadığı bir yere gitmeliydim. Griydi her taraf. Binalar, yollar hatta zihinler bile griydi. Sokakta başını okşamak için köpek göremiyordum bir türlü. Her sabah uyanıp bir kap su ve yemek bırakırdım. Şimdi de öyleyim ama her sabah bıraktığım yerde su da yemek de olduğu gibi kalmıştı. Sordum mahalle muhtarına -nerdedir bu hayvanlar artık göremez-oldum diye. Pek umursamadı ne -bileyim nerdedir-dedi ve gitti. Bizim mahallenin Bahar ninesi vardı herkes çok sever onu. Bahar nineye sordum onun olup biten her seyden haberi olurdu. -Nerdeler-dedim. Sitemli bir tavırla -Sığdıramadılar kızım koca şehre hayvanları sığdıramadılar neyse evladım belediye geldi topladı götürdü- dedi. -Niye- dedim -Mahalledekiler huzursuz oluyormuş seslerinden birde etrafı pisletiyorlarmış ondan şikayetçi olmuşlar- dedi. O an kendi kendime sokak pisliğinden rahatsız olurda kalbinin tozunu hic mi görmez insan dedim. Yeryüzü mahkemesinde adalet kalmamıştı ama onlar için gökyüzü mahkemesinin kendisi şahitti. Barınağa götürmüşlerdir diye düşündüm. Gittim masum dostlarımı görmeğe. Meğer buraya getirmemişler, en kötüsü de ormana bırakmışlar. O hayvanlar dilsiz sesini duyursalarda dertlerini anlatamazlar ben açım ben üşüyorum diyemezler. Ki deselerde robotlaşmıs insanlar anlamazlar. Çünkü artık demirden beyin ve taştan kalpleri vardı. Anlamıyordum kücücük hayvanlardan ne

istenirdi. İnsanlığa olan inancım git gide bitiyordu. Barınak müdürüyle görüştüm ne yalan söyliyeyim onun gözlerinde de hayvan sevgisi yok gibiydi, anlaşılıyordu her halinden. Girdim içeri köpeklere ayrılan yere gitmek istedim. Girişte beni yavru köpekler karşıladı o kadar samimi o kadar sadıklar ki dokunmaya kıyamazken bu küçük bedenlerin şiddet görmesini aklım almıyordu bir türlü. Biraz sonra barınağın arka tarafına gittim ki ne göreyim! Aniden gözlerimi kapadım ve dizlerimin üzerine çöktüm. Dizlerimin bağı çözülmüştü resmen. Yüzümü avuclarımın arasına aldım. Ayağa kalkıp o gördüğüm manzaranın olduğu yere doğru gittim. Gözümle gördüğüme inanmak istemiyordum. Kimisi felç kimisi yara bere içinde kiminin bacağı yok kiminin kulakları kesik daha aklın hayalin almadığı ama vicdana sığdırılan o zalimce eziyet. Bu gördüğümü kelimelere yerleştirip cümle kuramıyorum. Göz yaşıma hakim olamadım. Güneşte parlayan sarı tüyleriyle minik bir köpek aksayarak bana doğru geliyordu. Gözünün birini kaybetmiş bacağının biri de yok. Doğuştan gelen bir şey değildi bu anlaşılıyordu. Kucağıma aldım ve biraz başını okşadım. Masumiyetin bütün albenisi vardı gözlerinde. Daha fazla duramadım. Barınaktan ayrıldım. Ellerimi cebime koydum yürüyerek yol aldım eve doğru. Kaldırımda taşların arasından yeşermeye çalışan çiceklerin üzerine basılmış, fark edilmemiştir bilerek değildir ya derken kaldırımın kenarında ki çiceklerinde mahfoldugunu gördüm. Benim herhalde insan olmayan her seye zaafım var. Barınakta gördüğüm işkence

edilmiş hayvanlar, yol kenarındaki mahfolmus çicekler derken penceremin önündeki çiceklerinde sebepsiz soldugu geldi aklıma. Belki onlar da sevgisizliğin ve yalnızlığın egemen oldugu bu dünyaya alışamadılar benim gibi. Adımlarımı hızlandırdım. Bunaltıcı hava beni yavaşlatmaya çalışsada sonunda eve vardım. Çiceklerim için aldığım aparatda dinlendirdiğim suyu aldım. Penceremin kenarında kuruyup dökülen yaprakları topladıktan sonra sulamaya başlarken fark ettim de gittikçe boynunu büküyordu çicekler. Geçen hafta da sardunyalar solup dökülmüştü. Tüm çiçeklerim kurumaya yüz tutmuştu bir tek Atatürk çiçeği güzelliğinden ödün vermemişti en çok da onu severim zaten...İstemsizce uzanmak icin kanepeye doğru giderken birden aklıma sanki becerebilecekmişim gibi kötücül ve kirli bedeninden soyunarak varlığı terk eden ruh misali şehirden kaçmak için iş yerinden aldığım izin geldi aklıma, hazırlanmalıydım. Mümkün olduğunca çabuk kaçmalıydım bu zift kokan şehirden, bu semtten, bu ülkeden,bu dünyadan,bu evrenden kaçabilmeli, kaçabilmeli, kaçabilmeliydim. Bilet almak icin evin kapısını çekip çıktım. Birkaç adım attım ve ardımdan gelen çocuk sesleriyle durakladım. Dönüp baktığımda gördüm ki her şeyden bir haber gülüp eğleniyorlardı çocuklar. Onları görünce ne kadar şanslı bir çocukluk gecirdigimi bir kez daha anladım. Köyümde meyve ağaçlarının altında, dere kenarlarında oynardık biz. Şimdiki çocuklar yeri ve göğü betonla kaplı bu yerde nasıl gelecek hayali kurabilirlerdi. Kurdukları hayallerin

rengi hep siyah mı yoksa onlarda benim gibi kurtulmanın pembe hayalini mi kuruyorlardı? Çocuklara dalıp gitmişti gözlerim. Güneş kavuruyordu her tarafı,bu ilkbahar havası değildi ama sonbahar havası da değil mevsimler kendi hallerinde bir harikaydı tâki insan eli atmosfere değene dek...Yoluma devam ettim. Aklımın bir köşesinde bütün bunlar varken yüreğimin iyimserliği bağırıp duruyordu. Her şey bu sehirden ibaret değildi güzel ülkemde elbette cennet yerler kalmıştı hâla. Gezip görmek istedim. Öncelik köyümü ziyaret etmekdi. Ben şehre yerleşmeden önce köyüm bana zulüm gibi gelirdi işleri zordu,kafesi, restorantı yoktu gençlik ya bende bunlara özenirdim oysa şimdi öyle mi kıymetini geç anladım güzel köyümün. Aldım biletimi Serhat sehrine doğru yola çıktım. Yolculukta hayatımı doğayı insanları sorgulayacak cok zamanım oldu. Çok keyifliydi Doğu Ekspres yolculuğu. Ağacların hâla iyi olduğunu görmek bana mutluluk veriyordu. Ki bu mutluluk elbette kursağımda kalacaktı. Yolculukta ormanları, karşıdan karşıya geçen hayvanları görmeyi umuyordum. Yolculuğun verdiği huzurla uykuya dalmıştım. Gözümü açtığımda karşımda balta değmis bir orman ve nefesleri kesilmiş binlerce ağaç görmemle irkilmem bir oldu. İnsanoğlunun bu amansız hırsından yılmıştım. Gözünü toprak doyursun derler ya o kadar doğru ki... ne fabrikalar ne holdingler ne yatlar ne katlar yetmiyor bir türlü. Öğrendim düşündüğüm gibi fabrika kurulacakmış oraya. Tekstil fabrikası! Evet doğru ya modaya uymak lazım güzel pahalı kıyafetlerimizle gezip dolaşmazsak

olmaz ama oksijen depomuz olmazsada olur masum bir zararı olmayan hayvanlar olmazsada olur göz bebeğine rengarenk ışıklar veren çicekler olmazsada olur hatta o çöple doldurduğunuz denizler olmazsada olur sonuçta kurulan fabrikalar insanın su ihtiyacını da oksijen ihtiyacını da giderebilecek güçte. Hayal ettiğim gibi gitmiyordu yolculuğum. Görmek istediklerim sadece hayalimde kalmıştı. Kafamın içerisinde gerçek dünya ile kurmaca dünya durmaksızın dövüşüyor, birbirini paralıyor. Gözlerimi kapadığımda sanal bir dünyanın güzelliği bir huzur iksiri halinde icime yayılıyor açtığımda ise gerçek dünyanın iç karartıcı görüntüleri bu huzurun bıçakla kesilip alınmış gibi acı verici terkini sürekli yeniliyordu. İki vahşi atın ölümüne boğuşması gibi kâh huzur kâh huzursuzluk birbirine baskın çıkıyor ama gerçek dünya var olmasının hakikatiyle kurmaca dünyayı siliklestiriyor ve yok ediyor...Artık güzel şeylere dair tek umudum köyümdü. Trenin camından dışarı bakmak istemiyordum nereye çevirsem gözlerimi ya kesilmiş ağaçlar ya da santraller... Camın perdesini kapattım, gözlerimde kapanıyordu zaten. Bu daha iyi olacakdı benim icin en çok da gözlerim için. Onlardan insanlık adına özür dileyip uyudum. Gözlerimi açtığımda tren garına yaklaşıyorduk. Tüf tüf sesleri kulağıma bir hoş geliyordu. Bavulumu alıp indim. Şaşırtıcı bir şekilde ciğerlerim göğüs kafesime sığmıyordu. Tabi ya temiz havayla yeni tanışmanın verdiği heyecandandır bu.
Köyüme giden minibuse binip yol aldım. İçimde bir huzur ve güzel şeylere karşı bir ümit. Doya doya baktım yollara

hasret giderdim.

Bu ne hal! Köyümü tanıyamaz oldum hatıramın en güzel köşesi olan meyve ağaçları . Izi bile kalmamış. Sordum şoföre niye böyle bir şey yaptılar diye. -Bakmadılar kurudu bilerek yaptılar aslında yerine muhtarlık yapıcaklar şimdide-.- Ağaçların kuruması bahane kardesim- dedi. Minibüsten inip yürümek istedim. Yanlış mi geldim diye bir tedirgin olmadım değil. Çocukluğumdaki köyümden eser kalmamıştı. Ceketimi koluma bavulumu elime aldım köyümü görme hevesim kaçmıştı ama daha nelerin yok olduğuna dair merakım içimi ürpertiyordu. O toprak evler nerde şimdi, güzel köyümün yeşil yolu asvalt. Ne kötü. Caminin önünde oturan Mustafa dede, o hala aynı fakat zaman yüzüne birkaç çizgi daha bırakmış. Gidip elini öptüm beni tanımadı önce, iyice bir inceledi yüzümü sonra bana dönerek- yoksa sen bizim rahmetli İsrafil'in torunumusun?- dedi. Evet benim Mustafa dede dedim. Pamuk gibi elleriyle başımı okşadı.- Güzel kızım hosgeldin- dedi.
-Geç otur hele şöyle. Bir uğursuzluk yoktur insallah. Böyle apansız gelince merak ettim.
- Yok dede dedim.
Uğursuzluk her yanımızı sarmış demek istedim ama hiçbir şey söylemedim. Yüzüne bakarak
- Dede köyümüz, ne olmuş böyle-dedim. Derin bir iç çekti. Yaşlı insanların görmüş geçirmişligi ile bilgece bana bakarak.

-Köy mü kaldı kızım? Hepiniz doğduğunuz ve doydugunuz yeri bırakıp gittikten sonra köyde bizim gibi yaşlandı. İnsan doğduğu yere benzer, doğduğumuz yer bu halde iste. Daha fazla konuşamadım. Izin isteyip eve gitmek üzere ayrıldım. Çocukluğumun toprak yolu yeşil ağaçları,çiçekleri,bacalı evleri, o sıcak yuvalar uzaktan gözleri oyulmuş insanlar gibi bakıyordu bana. Mustafa dedenin anlatmak istediğide buydu herhalde. Ölen dedem ve ölümü bekleyen Mustafa dede gibi evlerimiz de köyümüz de dünya gibi ölüyordu sanki. Adımlarımı hızlanırdım. Koşarak anneme sarıldığım,kardeşlerimle bağrıştığım, oyunlar oynadığım ve bir zamanlar tüm dünya olan evimiz yıkılmış bana uçsuz bucaksız gelen bahçemiz sanki kemikleri eriyen bir ihtiyar gibi küçücük kalmıştı. Bir insan ömrü kadar kısa bir zamanda bir dunya nasıl boyle parçalanıp yok olmustu. Yıkıcılığıyla bilinen insanoğlunun en büyük eseri bu olsa gerek. Öyle ya meleklerde yaratıcıya "yeryüzünde fitne çıkaracak canlımı yaratacaksın" dememişlermiydi? Biz bu fitneyi savaşlar, düşmanlıklar olarak yorumlamış yaşadığımız dünyayı yok etmek olarak hiç düşünmemiştik. Var olmamızın temeli olan doğayı tüketirken kendimizide tükettiğimizi fark edememistik. Ben artık nereye kaçarsam kaçayım içimdeki boşluk,yokluk ve yalnızlık duygusunu yenemeyecektim demek ki. Demek ki dünya her nerde olursa olsun insanın acizliginden, hırçınlığındandan kaçamayacaktı. Biz doğayı yok ettikçe yüreğimizin kapsadığı alanlarıda yok ediyorduk. Son ağacı, son çiçeği ve gökyüzünün maviliğini yok

ettiğimizde zaten yok olmuş olacaktık.

Dilara BAYRAKTAR
ARDAHAN


09:58, 20.09.2021

Haber Fotoğrafları


Haber Yorumları

DOĞU GÜNEŞİ GAZETESİ ARDAHAN'DA GÜNLÜK YAYIN YAPAN MÜSTAKİL VE SİYASİ BİR GAZETEDİR. İLETİŞİM; SAHİBİ VE GENEL YAYIN YÖNETMENİ MEMET AVŞAR; 05414757500